29 Haziran 2008 Pazar

Yüreğimizin Acıyla Belendiği An



Tenimizi kana beleyen o meşum gece. Ağustos can sıkıcı, bunaltıcı, gölgelerin bile vücudu serinletmeye yetmediği sıcak günleriydi. Yazın son ayının yarısını geride bırakmıştık ama hâlâ yaz aylarında kendimize koyduğumuz dışarı çıkma yasağı devam ediyordu. Geceleri ise sıcaklar yerini bunaltıcı bir havaya bırakıyor, bedenimizi yorgana boykota devam ettiriyordu. Hemen bütün apartman, yan komşular, arka komşular, ön komşular bizim evde toplanmıştık. Uzaktan gelen akrabalar, konu komşu ve onların çocuklarıyla birlikte geç saatlere kadar oturmuş, felekten bir gece çalmanın keyfiyle tadı damağımızdan silinmeyecek bir gece yaşamıştık. Derken ilerleyen saatlerde komşular birer ikişer terk ettiler. Kalanlar ise şen şakrak saatlerin sonunda çakır keyif bir halde her bireri bir yere sere serpe sızıp kalmıştı. Bir başka deyimle her birerimiz olduğumuz yere sızıp kalmıştık. Çekyatların, halıların, kanepelerin üzeri, üzerindeki kıyafetleri değiştirmeden sere serpe uzanmış insanlarla doluydu. Kimileri bu yaz gününün bunaltıcı sıcaklarında bağırlarını rüzgârlara vermek, serince bir uykunun tadına varmak istediğindendir ki kendini balkona atmıştı. Bense evin adeta mahzeni sayılan salonun bitişiğindeki dar, loş ve alabildiğine boğucu odadaki yaz kış terk edemediğim pufla yatağımın üzerine uzanmıştım. Üstüme de çıplaklığıma setre olması için çarşaf bozması ince bir bez bürümüştüm.
Ev derin bir ölüm sessizliğindeydi. İçeridekilerse uykunun en derin yerinde. Belki de bilmem kaçıncı rüyalarında. Gecenin bu en kuytu saatlerinde önce küçük odamın küçücük penceresinin zıngırdamaya başladığında bunu inceden inceye esen bir yaz rüzgârının camları titretmesi olarak algılamıştım. Sonra uzandığım yatağın da bir beşik gibi sağa sola sallandığını fark ettim. Bunu da uykunun en derin yerinde gördüğüm bir rüyanın yansıması sandım. O heyecanla uyandım. Ama beni üzerindeki mor sümbülü zeytinleri düşürmek için elindeki uzunca değneğini ardı ardına zeytin ağacının dallarına indiren silkici misali habire içinde evle birlikte sallamaya devam ediyordu. Sonra evde bir şangırtıdır, bir şakırtıdır koptu ki bu da daha çok kışın içi çıra, çalı, çırpı gibi hemencecik tutuşacak bir sobanın harlandırılmasını andırıyordu. Yere dökülen beton parçaları, sıvaları, duvarları süsleyen ebruli el yazmaları, usta bir hattatın elinden çıkmış hat yazıları, son Osmanlı zabitlerinden göğsünde binlerce madalyalarla çekilmiş resimleriyle dedemin resmi ve daha çeşit çeşit panolar birer birer gökten boşalan yağmur gibi sert gürültüler uyandırarak düşmeye devam ediyorlardı. Bu hengâmeye mutfak dolaplarından, masanın üzerinden, kitaplıktan, sehpanın üstünden dökülen, vitrin dolaplarının içinden, üstünden, kenarından köşesinden dökülen tabak, çanak, çömlek, bardak, avize, biblolar, kalemlikler eşlik ediyordu.
Evet, fark ettim bu bir depremdi. Evlere, obalara, canlara, cananlara, bitkilere, hayvanlara vs. yaşayan her canlıya çat kapı gelen ölüm meleğinin ortalığı velveleye veren sesiydi. Bu sefer ölüm meleği ölümcül bir darbeyle, evlerin, barkların, yerin altını üstüne getiren bir depremle çalıyordu kapımızı.
O gün gece yarısından sonra tan ağarmamış, fecir doğmamış, beklenen gün üzerimize ışıklarını kara katran renginde bürünmüştü. Gidenlerimiz gitmiş kalanlarımız yorgun ve yaşlanmış olarak, saçlarımız ağarmış, dökülmüş, şakaklarımız çökmüş, dizlerimizin dermanı, ellerimizin, kollarımızın feri kesilmiş kan kırmızı bir lekeye belenmiş, yıkılmış ve harabeye dönmüş bir yıkıntının içinde harabi ve harabati olarak uyandılar... Acılara, ıstıraplara, ölümlere belenmiş olarak… Kendi bedenlerinden boşalan kanlara, kendi canlarından kopan canların acılarına belenerek uyandılar.
Akşamın şen şakraklığına, gündüzün fecrine, yaşamın alacasına feleğin ihaneti, vefasızlığı, iyiliğe kemliğin derin ve karanlık izi mühür vurmuştu. Bu acı acımasızlık gözlerimizde katlana katlana büyümüştü. Kalplerimiz kaskatı katılaşmış, yüzlerimiz taşlaşmıştı.
O karanlık ve meşum gece de ne var ne yoksa almış üstüne yıkmıştı. Ev, bark, çatı, tavan ne varsa. O gece gökten yağmur yerine ölüm yağmıştı neredeyse. O gece ölüm meleği bizim, mahallenin konu komşu ve akrabaların götürülebilecek neyi varsa götürmüş, götüremeyeceklerini de yetim, öksüz, dul, kırık, dökük, yaralı, ağır yaralı, eksik, nakıs ve makûs bırakmıştı. Yaşamın tüm güzelliğini suretinde barındıran nice eşsiz genç ve güzel kızları, memede bebeği olan, kalbinde merhamet harmanlayan narin anneleri de götürmüştü. Bütün delişmenliğini ceplerinde taşıyan fidan gibi delikanlıları, geleceğe dair mutlu ve mesud hayallerin peşinde koşuşturan küçümen bedenlerinin içinde, avuç içi yüreklerinde kocaman bir dünya saklayan çocukları hepsini ama hepsini alıp götürmüştü. İyi bir evlat yetiştirme, mutlu bir aile oluşturma, güzel bir gelecek kurma peşindeki babalar, dedeler, anneanneler, babaanneler ve daha niceleri o meşum gece ya birer birer ölüm meleğine teslim olmuşlar, ya da ağır aksak, kırgın, küskün yarım yamalak, kızaran ve ağaran yüzleri kül rengine dönmüş olarak kalakalmışlardı.
Şehrimizin kıyılarını yalayan dalgalar bu acıyla beslenmiş, kana belenmiş, burunlarımızın deliklerini sızlatan kerih bir kokuyu barındırıyorlardı. Büyük acılarla akıtılan zehirle dolan kalp, ilk defa ağlayan gözle refaha kavuşmuyordu. Oysa ağlamak rahatlamak demekti. Acılara bürünmüş yaralı yüreklere ağlaması salık verilirdi bundan önceki zamanlarda. Oysa şimdi akan sulara karışarak berrak suları boz bulanık akıtan gözyaşı ilk defa münkesir kalbimize panzehir oluyor, onu müreffeh kılmıyordu.
O gün hepimizin alınlarına, o günden sonra içimizde yaşamın bundan sonraki kısmında durmaksızın kanayacak ve her kanayışta, her akla düşüşünde, hatırlayışta daha da derinleşecek bir yaranın, kanayan bir yaranın kan kırmızı bir lekesi sürülmüştü. Asılan, kasılan ve solan yüzlerimizin bir daha gülümseyemeyeceği, hep solgun bir gül olarak, gülün solduğu bir mevsim nişanesi olarak kan kırmızı, kan çanağı göz, bitkin, bezgin ve ölgün bir yüz bırakıyordu geriye.
Dudaklarımızın ucuna koyu siyah bir leke, güzel ve rengârenk, ışıl ışıl gözlerimize ağlamaktan morarmış siyah, mor, kırmızı haleler, gökyüzüne çevrili bakışlarımıza koyu bir bulut çöreklenmişti. Yaşadığımız şehir bir harabeye dönüşmüş ve üzerini uçsuz bucaksız seraba bırakmıştı.
Dün akşamın neşveli halinin üzerinden dev bir buldozer geçmiş, yaşama dair bütün yaşanabilirlikleri yerle bir etmişti. Şimdi çehrelerimiz solgun bir gül, asık bir surat. Poyrazın sahillere bıraktığı can çekişen, suyunu yitirdikçe solgunlaşıp kurumaya yüz tutan yosunlardı dudaklarım. Can evinden vurulmuşluğun, kanı çekilmişliğin, yurtlarından koparılmışlığın sancılığının yansıması, kurumuş kef kef geçmiş dudaklarım.
Bu bir kıyametti. Dünyanın tarumar olduğu yerin altının üstüne geldiği. İnsanın ana babasını, eşini, dostunu, çoluğunu, çocuğunu görmek istemediği anı hatırlatan karanlık ve korkunç bir heyula. Çünkü önce candı. Önce üzerine çöken karanlıktan güneşe çıkmak. Aslolan, öncelikli olan ayaklarımın, ince uzun, çırpı gibi bacaklarımın üzerine yığılan karşı dağın ağırlığından kurtulmaktı. Üzerine betondan çadır kuran taş yığınlarının arasından ciğerlerimin kabarıp alçalmasını sağlayacak bir gramlık hava teneffüs edebilmekti aslolan ve öncelikli olan. Öncelikli olan kurtulmak olmalıydı ki devamında cananı düşünebilesin. Selamete erebilesin ki ‘Kimse yok mu’ diye feryat, figan edenlere bir yardım eli uzatabilesin.
Yoktu şimdi dünyanın tüm renk cümbüşü çocuklar, bir elmanın yarısı eşlerimiz, canımızın yongası, evimizin, barkımızın hiç biri yoktu. Şimdi bir enkaz yığını olarak hemen şuracıkta yığılan ve neredeyse yükseltisiyle bir mısır piramidini andıran yığının altındaki umutlarımızı bekliyorduk ellerimiz şakaklarımıza dayalı. Demir parçalarıyla örülmüş toprak yığınların arasından kimse yok mu nidalarımıza cevap, en ufak bir hayat emaresi olacak bir ses, bir soluk, ince bir inilti de olsa yaşamın izlerine dair bi haber bekliyorduk. Çıktıklarında alıp sıkıya sıkıya yeniden bağırlarımıza basabileceğimiz sıcak bir beden, nefeslerini göğsümüze göğsümüze üfletebileceğimiz evlatlarımıza yeniden bir merhaba diyebileceğimiz, bir selam verip hal hatır sorabileceğimiz, elinden çay içip, keyifli muhabbetler edebileceğimiz ülfetli komşularımız ve akrabalarımıza dair haberler bekliyorduk. Dakikalar geçtikçe solgun bir güle dönen umutlarımız eşliğinde, başlarını kuma gömen deve kuşları gibi etrafa saldığımız boş, yorgun ve bitkin bakışlarımızla orada öylece bekliyorduk. Daha dün akşama kadar aynı apartmanın sakinleri iken şimdi yıkılmış bir enkazın bekçileri, yüreğine kor düşmüş insanlar olarak orada bekliyorduk. Rıza, Ekrem, durmuş ve ben. Arzın derinliklerinde maden arayan alet sesine kulak kesilmişçesine… Başlarımızı yere eğmiş, çiziktirdiğimiz çizgileri, etrafa bıraktığımız boş bakışlarımızın, dile gelmeyen naçar bakışlarımızın gözü, bıçak açmayan ağızlarımızın, lal olan dillerimizin konuşan dili kılmış öylece bekliyorduk.

İmdat AKKOYUN
15 Haziran 2008

Hiç yorum yok: