4 Ekim 2007 Perşembe

Anamın Kanı


Etem oruç


      Bazen ayların yorgunluğu çöker insanın üzerine. Kimseye dinlemez kendinden bile kaçasın. Öyle anlarda gözden ırak yerlere kaçıp doğayla iç içe, kucak kucağa olmayı düşlerim. En güzel yanımızı yontarken zaman, yangından bir tadımlık mutluluk kapmak isterim. "Başın öne eğilmesin, /Aldırma gönül aldırma.” diyerek yollara düşerim. Bu düşlerle çıktım evden. Yağmur yeni dindi. Toprak toprak kokuyor her yer. Bir de güneş çıktı ki sormayın, ışıl ışıl , pırıl pırıl… Ağaçların yaprakları yakamozlanıyor. Yeşil bir başka güzel, bitkiler bir başka… İncir ağaçları el sallıyor. Dut ağaçlarının, çınarın, ılgının, portakalın, kır çiçeklerinin yüzü, banyodan yeni çıkmış çocukların gözü gibi… Asfalt yolun kenarında tüm olumsuzluklara inat çiçek açmış günebakanlar. Anam gibi sevdiğim doğacı yanıma sarılıyorum. 
      Ürkek bir tavşan gibi titrerken yüreğim, kapkara bir bulut kararttı güneşi. İrkilip kendime gelirken Germencik yazısını görüyorum. Kahraman Cafer Efe canlanıyor gözümde. Yunanlılarla savaşırken burada şehit düşmüş Giritli Caferaki… Şehit olunca Yunanlıların kafasını kesip Selanik’teki askeri müzeye götürdükleri söylenir durur buralarda... Ve Kanlı Bahçe katliamı. Dört Eylül 1922 günü 94 kişinin çoluk çocuk katledildiği bahçe evi…
      Arabamı hemen yolun güneyine yanaştırarak kahvenin yanında duruyorum. Masalar bomboş sabahın erken saatinde. Bir masada dört kişi oturuyor. Selam verip ben de yanlarına oturuyorum. Kır saçlı, boynunda okuma gözlüğü asılı olup, beni tepeden tırnağa süzenin emekli öğretmen Fikret Bey olduğunu öğreniyorum. Başı örmeli fesli, gözünde gözlük, cin bakışlı, elinde baston olanı Selanik-Grabene doğumlu Hacı Feyzullah, Kanlı Bahçe'nin şimdiki sahibi. Başı şapkalı, arkası gri montu, mülayim bakışlı olanı Mursallı Köyü'nden Cemil. Mursallı Köyü Kurtuluş Savaşı sonuna kadar bir Rum köyüymüş. Savaştan sonra Selanikli Türklerle değiştirilmiş. Doksan yaşlarında sakallı, güleç yüzlü olanı Çalgılı Amca. “Neden Çalgılı Amca diyorsunuz?” diyorum. Fikret Öğretmen;
      “Amca biraz çok konuşur da. Bir konuşmaya başladı mı zor susturursunuz...” 
      Hep beraber gülüşüyoruz.
      Sözü Kanlı Bahçe katliamına getiriyorum. Çalgılı amcanın dudaklarından bir dörtlük dökülüveriyor. "Yerli Rum’dur basıcılar. / Mavi bayrak asıcılar. / Efeler çabuk yetişin. / Ev ev gezdi kesiciler.” Cemil Bey; “Evet, Kanlı Bahçe katliamını da yerli Rumlar yapmışlar.” diyor... Emekli Öğretmen Fikret Bey; "Mademki siz Kanlı Bahçe ile ilgili bilgi edinmek istiyorsunuz, anıtın olduğu yere gidip orada konuşalım. Buraya iki kilometre..” Germencik’in batısından güneye doğru gidiyoruz. Yol oldukça bozuk. Yolun hiçbir yerinde şehitliği gösteren levha yok. Toprak yolun kimi yerlerinde su göletleri var. Yavaş yavaş incir bahçeleri arasın dan ilerlerken Hacı Feyzullah Amca eliyle bahçeyi göstererek; "Bu bahçelerin tümü benim. Buralara incirin olgulaştığı zamanlarda yolun düşerse istediğin kadar yiyebilirsin...” Fikret Bey; "Biraz da toplayıp götürse olmaz mı Hacı Amca?” Arabanın içindekiler birbirinin yüzüne bakarak gülüşüyorlar. Hacı Amca da gülmeye çalışarak; “Çok olmazsa olur canım.” diyor. 
      Eğri büğrü yollardan dolaşa dolaşa “Kanlı Bahçe Şehitliği'ne” varıyoruz. Uzunca bir mermer sütuna adları anımsanan şehitlerin adları yazılmış. Arkadaki duvara iki Türk bayrağı resmi yapılmış. Bayrakların arasına da “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır. 4-5 Eylül 1922 tarihinde Kurtuluş Savaşı'nda 94 vatandaşımız şehit olmuş, aziz naaşlarının bir kısmı bu şehitlikte yatmaktadır.” diye yazıyor. Gönderde gelincik tarlası gibi kıpkırmızı, al bayrak nazlı nazlı dalgalanıyor. Herkes daldı gitti. O günleri düşünürken kadınların, kızların, çocukların çığlıklarını duyuyorlar besbelli. Fikret Bey; "Bizim insanlarımızın belleği zayıftır. Bizi biz eden geçmişimizi, anılarımızı çabuk unuturuz. Halbuki tarihini iyi bilmeyen ulusların coğrafyasını, yani sırlarını başkaları çizer. Bir düşün peşine takılmış gidiyoruz. Uyandığımızda nelerimizi yitirmiş olacağız Afrikalılar gibi kim bilir?.. Hani Afrikalı yerliler anlatıyor ya: “Geldiklerinde din adamlarının elinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Uyandığımızda bizim elimizde İncil, onların elinde bizim topraklarımız vardı.” 
      Unutkanlık özelliğimizi bildiğim için yıllar önce Kanlı Bahçe olayını yaşayan Nuri Mersin, Ayşe Baş, Sadık Dolucu ve Süleyman Tutkun’la konuşup anlattıklarını yazıya geçirip,1978 yılında da Germencik Gazetesi'nde yayımladım. Nedense ardından sürgünüm çıktı. Demek ki birilerini rahatsız etmişim. Neyse, o günü yaşayanlardan Nuri Mersin’in anlattıklarını size okuyayım. O da Allah’ın rahmetine kavuştu. Hani ne demişler: “Söz uçar, yazı kalır.” İyi ki yazmışım.”
      “Ben Nuri Mersin, bu olayı yaşadığımda 9 yaşındaydım. O günlerde Yunan askerleri Germencik’te halka istedikleri işkenceyi yapıyorlardı. Bir gün 10 kadar atlı Yunan askeri köyden geçip Akyol denilen yere gelince üç, dört el silah sesi duyuldu. Bir atlı yere düştü. Aradan yarım saat geçmeden atlılar geri geldiler. Atın biri topallıyordu. Yanımıza gelince biri oradan kurbağa buldu. Anama bu kurbağayı “Ez ve hayvanın ayağına sar” dedi. Anam “Hayır, günah.”deyince Rum askeri silahı anama doğrultarak Rumca “Gamotu rufyana” diye küfür etti. Ve silahlığından en az 70 cm. uzunluğunda bir ip çıkardı. İpte en az 100 tane kadın memesi ucu diziliydi. “Bunları görüyor musun? Eğer itiraz edersen seninkileri de keser bu ipe dizerim. Bu ipi Atina’ya yollayacağım, bana madalya verecekler.” dedi.
      Yine bir gün Yunan subayı kapının önünde oturan kadınların kucaklarında taşıdıkları bebelerin kundaklarını çözüp erkek mi kız mı olduğunu kontrol ediyordu. Ayşe teyzenin kucağında bir yaşlarında oğlan çocuğu vardı. Kumandan teyzeye; “Demek sen Türk askeri besliyorsun ha!..” diyerek çocuğu teyzenin elinden zorla aldı. Herkes bir sessizlik içinde olacakları bekliyordu. Subay çocuğu bir top gibi havaya attı. Yanında duran Yunan askeri ucunda kasatura olan tüfeği çocuğun altına tuttu. Çocuk kasaturanın ucuna et paçası gibi geçmişti. Bebeğin çıkardığı ses, olayı görenlerin nefesini kesmiş, kalp atışlarını durdurmuştu. Gözler tek bir noktaya bakıyor, çıt çıkmıyordu. Biz Yunanlılara ne yapmıştık ki bize bu kötülükleri yapıyorlardı? Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Ananın çığlığı kulakları yırtıyordu. Çocuğun anası, yürekleri parçalayan birkaç çığlıktan sonra yere yığılıp kalmıştı. Babamı Yunanlılar öldürdüğü için anamla beraber kalıyorduk. Kanlı Bahçe katliamının yapıldığı gün sokakta bir telaş vardı. Bu telaşın nedeni Yunan askerleri bozguna uğramış, İzmir’e doğru kaçıyormuş. Yerli Rumlar büyük bir telaş içinde taşıyabilecekleri eşyaları alıp kaçmaya çalışıyorlardı. Rumlar birbirine; “ Kemal Paşa askerleri geliyor.” diyordu. Koşarak eve geldim. Gördüklerimi, duyduklarımı anama anlattım. Eylül ayında olduğumuz için halkın yarıdan çoğu bahçelerde kalıyordu. Bizim gibi Germencik’te kalanlar bir an önce bahçe aralarına girip guruplar halinde saklanıyorlardı. Bahçe arasındaki kesikler insan kaynıyordu. O geceyi bahçede geçirdik. Geceleyin üşümüştüm, anama “Ateş yakalım,” dedim. Çok üzgündü yakmadı. Şafakla beraber dört el tüfek sesi duyuldu. Anamla koşarak “Taş Keşik” denilen yere gittik. Yüze yakın insan da orada bekleşiyordu. Dedemin başında silahla bekleyen yerli Rumları tanıdım. Biri kasap, diğeri de İpsalta’nın oğluydu. Bunlar bizim yıllarca ekmeğimizi yemişlerdi. Şimdi de silah çekiyorlardı. Kısa bir süre sonra Rumlar bizi; “Sizleri şimdi başka bir yere götüreceğiz. Yunanlılar gelirse biz sizi, çeteler gelirse siz bizi kurtaracaksınız.” diyerek bizleri üçerli, dörderli sıra yaptılar. Bütün eşyalarımızı orada bırakarak “Kanlı Bahçe'ye” doğru yola çıktık. Büyükler belki sonumuzun ne olacağını biliyorlardı. Ben, şaşkın şaşkın Rumlara bakıyordum.
      Rumların üçü de atlarına bindiler. Biri öne, biri ortaya, diğeri de arkaya geçti. Endişeli, ürkek bakışlarla yol boyu yürüyerek Kanlı Bahçe’ye geldik. Oradaki kuyunun yanına oturduk. Rum’un biri; “Şimdi şuradaki bahçe damına gireceğiz.” diyerek atından indi. Kilitli olan kapıyı kırarak açtı. Haydi içeri girin dediklerinde ben kuyunun başındaydım. Bir ara anamla ninemin birbirine sarılıp ağlaştıklarını gördüm. Molla Osman’ın kardeşi İsmail, iri kıyım bir delikanlıydı. O korkunç zamanda kalabalığın arasından hızla fırlayıp Rum’un elindeki silahı almak istedi. Diğer Rumlar ateş etmeye başladı. Ortalık birbirine karıştı. Naralar, inleyenler, çığlıklar yeri göğü inletti. Mavzer sesleri darı gibi patlıyordu. İsmail, Rum’un elinden silahı almıştı. Halkımız da tezek, nalın ,sopa ne ele geçirdiyse Rumlara vuruyordu. İsmail ise kalabalıktan silahı doğrultmaya fırsat bulamıyordu. Kendimi damın içine zor attım. Köşeye yattım. Anımsadığıma göre damın içine ilk girenlerdendim. Silah sesleri devam ediyordu. Benim arkamdan insanlar içeriye girmeye başladı. Can korkusuyla içeri girenlerin kimisi üstüme düşüyordu. Ben yattığım yerden kalkamıyordum. Silah sesleri içeride atılmaya başladı. Feryatlar, çığlıklar, hırlamalar birbirine karışıyordu. Bunları yattığım yerden sadece duyuyordum. Bir ara kapı ve pencereler kapandı. Patlayan kurşunlarla kapıları tekrar açtılar. İşte bu ara anamın; “Yandım!.. Siz de ciğerinizden yanın inşallah!” dediğini duydum. Anam vurulmuştu. Bu ara üstümdeki insanlardan kımıldayamaz hale gelmiştim. Yalnız başım soluk alacak kadar dışarıdaydı. Silah sesleri devam ediyordu. Rumlar içeriye girmiş yaralılara, ses çıkaranlara birer kurşun daha sıkıyorlardı… 
      Bu sesler yarım saatten fazla devam etti. Üstümdeki ağırlıktan önce bir hırlama sesi geldi. Bir mavzer daha patladı. Üstümdeki yük hafiflemeye başladı. Üstüme sıcak sıcak bir şeyler dökülüyordu. Kendi kendime şöyle düşünüyordum:"Kahpe gavuru, şimdi de üstümüze sıcak su döküyor. Ne yapsanız ayağa kalkmayacağım." Böyle düşünürken bir el ensemden tutup ölülerin üzerine fırlattı. Dilim tutulduğu için konuşamıyor, ses çıkartamıyordum. Yine üstüme ölüler gelmeye başladı. Ses çıkarana kurşun sıkıyorlardı. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Rumların kendi aralarında konuştuklarını duyuyordum. Sanırım canlı insan kalmadı diye kapıları kapatıp gittiler. Kafamı kaldırıp gözlerimi açtığımda ortalıkta en küçük bir ses yoktu. Cesetlerin altından zorla çıktım. Damın içi kan ve cesetle dolmuştu. Hemen anam geldi aklıma. Ölülerin üstüne basa basa pencerenin yanına geldim. Anam duvara dayanmış oturuyordu. Dokunur dokunmaz yere yıkıldı. Meğer üstüme akan sıcak su sandığım, anamın kanıymış. Tuhaf bir şey olmuştum. Anamın ölüsü bile beni korkutmadı. Şimdi ise ne mezar kenarından geçebiliyorum, ne de ölü evine gidebiliyorum. Dışarıya çıkmak için kapıyı zorladım ama açamadım. Pencereyi güçlükle açıp, demir parmaklıkların arasından önce başımı, sonra gövdemi dışarı çıkardım. Dışarısı ölülerle doluydu. Görülen manzara çok korkunç ve iğrençti. Kapıyı açmak istedim. Kapıda uzunca bir merdiven bağlıydı. İpi kesmeden açmam imkansızdı. Kırmızı saplı teneke çakım vardı, cebimdeymiş. İpi kesip kapıyı açtım. İçersi cesetlerle duluydu. İçerden hiçbir insan sesi gelmiyordu. Giysilerimin her yanından kan damlıyordu. Postalımın içi kan doluydu. Çıkarıp içinin kanını döktüm. İplerini bağlayıp elime aldım. Fesim de çok kanlı olduğu için onu attım. Kapının yanına geldiğimde bir inilti duydum. Yanına gittiğimde kolu ve başı dışarıda bir kız gördüm. Bu benim okul arkadaşım Ayşe Baş’tı. "Kurtarın” diye yalvarıyordu. İki çocuk ölülerin arasında yapayalnız kalmıştık.”
      “Yeter öğretmenim. Devamını dinleyemeyeceğim. Biz haklı davamızı dünyaya anlatamıyoruz. Bize “barbar Türk" diyorlar. Dünyanın en barbar toplulukları, herkese uygarlık dersi vermeye kalkıyorlar. Ben dış düşmanlardan korkmuyorum. İçimizdeki düşmanlardan korkuyorum. Yaşanmış şu acı olayları yazsam; "Siz kini, nefreti körüklüyorsunuz!" diyecekler. Kurtuluş yıllarında Manisa valiliği yapıp “Yunan askeri padişahın askeridir” diyen, savaşın sonunda da Yunanlılarla Atina’ya giden Hünüyakisler dolanıyor aramızda. Ben kimseyi, diniyle, ırkıyla suçlamak istemem ama bir ulusun tarih bilinci de olmalı. Ulusal değerlerine sahip çıkmayan ulusların, uluslararasında da değeri olmuyor.” Çalgılı Amcanın gözlerinden siyim siyim yaşlar süzülüyordu. Elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. "İnsan gibi yaratılmak Tanrı'nın bir lütfu, insan olmak yaptığın erdemli davranışlarla kanıtlanıyor. İnsan olabilmek ne kadar zor Tanrı'm!..” diyordu. Ardından da kurtuluş günlerini anımsatan bir şiir okudu. "Gece gündüz cepheye sevkiyat gider. /Ocağında çam ağacı yakan tirenler. /Dağ taş Mehmet oldu, dağ taş sevkiyat. /Gidenler aç, susuz, dönenler sakat. /Mehmet, beygir fışkısından arpa ayıklar. /Düşünde “Vatan, vatan” diye sayıklar.”


      Herkesin deli gibi gördüğü Çalgılı Amcadan hepimizin öğreneceği çok şey vardı.  
 
      Etem ORUÇ
 


Hiç yorum yok: