Yarım saattir, damda anten kurmakla meşgul olan televizyoncunun kalfası, yarısı odamda yarısı da pencereden dışarıya sarkmış çırağına:
-Şimdi nasıl?
-Biraz daha çevir.
-Şimdi...?
-Tamam böyle iyi... Bozuldu... Geçtin... Geri al biraz...
İletişim çağında bu iletişim biçimi canımı sıkmaya başlamıştı ki çırak oldukça dik bir sesle bağırdı:
-Usta tamam!.. Çok güzel oldu... Ayna gibi...
Yukarıdan kalfanın sesi geldi yine:
-Şimdi UHAFE’yi ayarlıyorum, tamam mı?
Yine aynı konuşmalar, aynı bağrışmalar. Canım iyice sıkılmaya başladı. Az sonra gelecek konuklarım var, daha sonra da törene yetişeceğim.
Çırağa çıkıştım:
-Oğlum, bıktırdınız ama, on dakika içinde bitirmelisiniz. Yoksa toplayıp gidin televizyonunuzu anteninizi. Benim zamanım dar. Programım var. Şimdi adamlar damlamaya başlar.
Neyse ki çıraktan bir “Tamam usta, çok güzel!” nidası daha çıktı. Çok şükür, anten kuruldu. Kalfa indi. Kumanda aletini şöyle yanımda tutarak:
-Buradan programlar, buradan ses, buradan renk, şuradan... diye açıklamaları uzayıp gidince canım sıkıldı.
Aslında, “Tamam abi, açıklaması kılavuzunda var, oradan okursunuz...” deyip bırakıp gidebilirdi. Maksat, yukarıda çok iş yapmış gibi bir saate yakın oyalanıp güya emeğine karşılık benden iyi bir bahşiş koparmaktı. Ben bunu pekalâ biliyordum. Çünkü ben de iş dünyasının içindeyim. Çakır göz, sen kimi kandırıyorsun; ben bütün bu numaraları bilirim. Ama ne çare, görgüsüz sayılmamak için, tedavüldeki banknotlardan en büyüğünü toka ettim. Beklemiyordu galiba, bu kadar büyük bahşişi. Sağolların, varolların bini bir paraya... Bütün bu iyi dilekler bana hep kocakarı duası gibi gelir. Dua karşılıklı olmaz. Bana göre, duanın karşılıksızı daha makbuldür. Bu düşünceler içinde misafirlerimi beklemeye başladım. Masamın karşısında özel yerine konulmuş bulunan teleteksli düz ekran televizyonu, kumandasının düğmesine basarak açtım. Birden duyduğum zurna sesiyle doğrulmuşum. Bir zeybek havası... çok geçmeden görüntü geldi. Bir festival... efeler oynuyor. Liseli olmalılar... Bak keratanın tavrına... Yörük Ali’yi nasıl da okkalı okkalı oynuyor. Bayıldım...
Oldum olası halk oyunlarına büyük bir ilgi duyarım. Ne zaman televizyonda bir zeybek oynasa durur izlerim. Ulusal gün ve kutlamaların en çok halk oyunları bölümünü severim.
***
On yıl kadar oluyor, o zaman ilkokul üçe giden oğlumun öğretmeni haber göndermiş:
-Baban, halkoyunu ekibine girmeni istiyorsa okula kadar gelsin.
Dairemiz müdüründen zorla bir izin kopardım. Kalktım okula gittim. Müdür yokmuş, oğlumun öğretmeni ile görüştüm.
-“Ben müdür beye iletirim ama siz, kendisini bizzat görmelisiniz” dedi, bayan öğretmen.
İşin ayrıntısını öğrenememiştim. Hangi yörenin oyununu öğrenecekler? Çalışmalar ne zaman olacak? Bize masraf düşecek mi? Kıyafetlerin parası... Buna benzer pek çok soru benim kafamda asılı kaldı. Halkoyunları sevgimin yanında bunlar belki önemsiz sayılabilirdi. Ama bu işin bana yükleyeceği maddî külfeti düşünmek zorundaydım.
-Ne oldu?
-Ekibe girecek miyim?
-Ne zaman konuşacaksın?
-Aman ne ihmalcisin?
İki gün boyunca evde eşim ve oğlum bu ve benzeri şu anda aklıma gelmeyen bir sürü soru ve ithamlarla beni çok bunalttılar: Başımın etini yediler.
Ertesi sabah evden erken çıktım. Oğlumu okula bıraktım. Kapıda biraz oyalandım. Müdür geldi. Sırtında kolej öğrencileri gibi lâcivert bir ceket ve gri pantolon... Boynunda kalın ve olanca abartmasıyla kırmızı renklerin cümbüşe katıldığı kravatı, beyaz ötesi gömleğini gölgede bırakıyordu. Kravatla aynı kumaştan bir mendil de yaka cebinde ben buradayım diyordu. Güya tokalaştık. Güya diyorum, elim parmaklarındaki birkaç sıra şövalye yüzükten eline kavuşmadı. Kendi müdürümden daha üst makamdaymış gibi geldi bir an bana... O havayı veriyordu. İnsan bu tavır karşısında neredeyse eziliyordu...
-Hocam sizi, folklor ekibi için rahatsız ettim. Bizim oğlan arzu ediyor da...
-Ben adını alayım... Önümüzdeki pazar, velilerle bir toplantı yapacağım. Orada durumu size açıklayacağız. Dernek başkanımız da gelecek. Çocukla da haber göndeririz.
Bunları, adeta nefes almadan ardı ardına sıraladı. Konuşurken tıkanacak sandım. Neyse konu anlaşılmıştı. Her ne kadar bizim evdekilerin beklediği cevap olmasa da, onlara verecek bir cevabım vardı. Acele adımlarla dairenin yolunu tuttum. Geç kalmamalıydım.
Toplantıya, eşimle beraber, oğlumuzu da alarak geldik. Boş bir sıraya üçümüz oturduk. Konuşulanları dinledik. Ben vazgeçmiştim. Çünkü okulun beş parası yoktu. Dernek başkanı ve okul müdürü aynı telden çalıyorlardı. Ekibe girecek olan çocuk velilerinden başka bu çalışmanın yüküne katlanacak bir merci bulunmadığını söylediler. İş anlaşıldı ki biz kendi çocuğumuzu, kendi paramızla oynatacaktık. Nasrettin Hocanın dediği gibi “Parayı veren düdüğü çalacak.” Tamam kabul de, neyle ve nasıl?
Her veli ile ayrı ayrı konuştular. Çoğu veli, balıklama atlıyordu. Hakları vardı. Onlar, tuzu kuru. Bense, geçici işçi kadrosunda çalışan üniversite mezunu bir eleman. Her üç ayda bir on beş gün izin verip tekrar çağırıyorlardı. Aslında bu izin değil, işten çıkarma idi. Yasanın açıklarından yararlanıyorlardı. Yaptırdıkları iş ise memur işiydi; teknik eleman işiydi. İlk girdiğimde, işi öğrenip kendilerine yararlı olmaya başlayana kadar üç ay çoktan dolmuştu. Sonra değiştirip de yeni bir adamı mı öğretmeye kalkışsınlar? Anlamıyordum ama kadro denen şey yoktu işte. Bana sürekli iş veremiyorlardı. Ne yapalım memnun olmasam da buna razı olmak zorundaydım. Hem bana hem de dairedekilere memnun olmak düşüyordu.
Bu durumda diğerleri gibi ben de balıklama atılıp “Ne isterseniz yaparız!.. Alırız, öderiz... Yeter ki...” diyemezdim.
-Birkaç gün düşünmeliyim, dedim. Dedim de gel bana sor. Oğlumun yüzü kızardı. Hanımın suratı asıldı. Çevreden bütün başlar bana çevrildi, yüzler döndü, gözler patlak patlak üzerime dikildi. “Ha enayi ha!.. Bu fırsat kaçırılır mı? Düşünecek nesi var?” gibi ifadelerle şaşkın şaşkın baktılar. Oralı olmamaya çalıştım.
Eve döndük. Üçümüzde de ses yok. Ertesi gün yine sabah erkenden okul kapısında müdürü bekledim. Geldi. Kıyafet yine şahane... Bu kez başka renk ve biçimde. Işıl ışıl, uzaktan gel gel ediyor...
-Hocam kusura bakma. Dün, ben para veremem ama çocuğumun bu ekibe girmesini arzu ediyorum diyemezdim. Halimi biliyorsun.
-Ben ne yapabilirim?
-Çocuk çalışmalara gelsin. Bir denersiniz. Olacak gibiyse, siz ve ben gayret eder bir şeyler yaparız. Çalışmalardan geri kalmasın... Sizden istirhamım...
-Gelsin, çalışsın ama ekibe alamam.
Yahu bu adamların hiç mi hiç çocukları yok? Veya çocukları hiç olamadık bir şey istemezler mi? Çok arzu ettikleri bir şeyi çocuklarına verememenin, alamamanın sıkıntısı nasıl olur bilmezler mi? Baba sıkıntısını bilmezler mi?
Bizim oğlan diğerleri ile birlikte çalışmaya başladı. Evde düğün bayram var. Herkes neşeli. Oğlan yemeğini sonuna kadar bitiriyor. Annesine iyice sıyırdığı tabağını gösteriyor:
-Bak anne sana yardım ettim; yıkamana gerek yok.
Herkesin keyfi yerinde.
İki ay kadar sonra idi.
-Baba, yarın ekibin seçimi var. Kim iyi oynuyorsa onu alacaklarmış. İyi oynamayanı çıkaracaklarmış.
O zamana kadar, çocuğumun ekibe alınmasını istemiyordum. “Ne yapalım, demek ki iyi oynayamadın, bak seni seçmediler.” diyerek işin içinden sıyrılmayı düşünmüştüm. Ama o gün niyetim değişti. Benim oğlan da ekibe girmeliydi. Ekibe girmenin şartı ise kıyafet ve kıyafet parası idi.
-Oğlum sen, bütün becerini sergile, çok dikkat et, iyi oyna...
“Sen kendine düşeni yap, gerisine karışma.” cümlenin burasını açık açık söyleyemedim. İçimden geçirdim.
Oğlan sabahleyin serçeler gibi hoplaya zıplaya, cıvıl cıvıl konuşarak okula gitti. Benimse çenem açılmıyor, hep düşünüyordum. Şu çocuk bu ekibe girmeliydi. Ya bu adamların kafası ters ya da benimki... Bir çocuk iyi oynuyorsa ekibe neden girmesin? Parası bol beylerle, boyası koyu hanımefendilerin çocukları ekipte yerlerini alacak, benim gibi geçici işçi kadrosunda çalışan üniversite mezunu birinin çocuğu dışarıda kalacak. Haktan, adaletten, çalışmaktan, ücretten tutun da siyasete kadar yürütmediğim akıl, yapmadığım felsefe kalmadı. Çoğu sorunu, bizim ileri derecedeki politikacılardan daha iyi bildiğimi keşfettim o sabah.
Seçmelerin yapıldığı gün, merak ettim, okula uğradım. Tam da seçmeler üzerine tartışıyorlarmış, müdürün odasında. İçeri girdim. Bana yırım ağızla buyur, dediler. Kenara iliştim. Tartışmayı kesmediler.
-Müdür Bey, ben olacak çocukları seçtim. Ancak bunlarla bir neticeye varabiliriz. Yoksa derece almamız imkânsız.
Müdür:
-Tamam... Haklısın abiciğim... Fikrine katılıyorum. Sana ve gayretine saygım var. Ancak biz diğer çocukların babalarından para aldık. Çocuğunuz oynayacak diye söz verdik.
Dernek başkanı:
-Paralar harcandı, geri veremeyiz. Kömür aldık, cam taktırdık. Kıyafetler de bu hafta hazır... Onların parasını nasıl bulup vereceğiz... Ben onu düşünüyorum.
Çalıştırıcı:
-Vallahi, tercih sizin... Ben, ne derseniz onu yaparım. Sonra kabahati bana bulup beceremedi, demeyin...
Elindeki listeyi ileri doğru uzatarak:
-Bu liste ile bölgeyi geçerim, söz size!..
Tartışma uzadı, bana hiç söz düşmedi. Soran da olmadı. Çekiniyorlar gibi geldi, bana. İzin istedim. Çocuğumun listeye girip girmediğini öğrenemeden bunalmış, sıkılmış, havasız kalmış gibi tosul tosul evin yolunu tuttum. Kapıyı oğlum açtı. Bir sevinç, bir sevinç, uçuyor sanki...
-Baba, girdim ekibe, dedi. Boynuma atıldı. Sonra anlattı:
-Abdurrahman Ağabey, ilk önce beni ayırdı, baba, biliyor musun? “Sen gel, sen, sen, sen de...” on ikimize “Sizler iyisiniz” dedi. Bir erkek, bir de kız yedek ayırmış.
Görsen, oğlum bu seçim işini anlatırken bile bayram ediyordu. Hiçbir bayramda bu kadar çok sevindiğini hatırlamıyorum.
-Hiç sevinmedin ya baba, dedi.
-Sevindim çocuğum, hem de nasıl? Senden daha çok sevindim, dedim. Kucakladım. Yanaklarından öptüm. “Benim aslan zeybeğim” dedim. Gözlerimden yaşlar boşandı. Oğlumun sevinci, mutluluğu içimi alt üst etti.
Çaresiz oğlumun zeybek kıyafetini alacaktım. Bunu da o an kafama koydum. O akşam ve ondan sonraki günler hep bu işi düşündüm. Nasıl alacaktım? Nasıl olacaktı bu? Bunun bir yolu olmalıydı ama... Bir çıkar yol bulamadım. Düşündüm taşındım, en sonunda Millî Eğitim Müdürüne gitmeye karar verdim. Zaten bizim binadaydılar. On buçuk çay molasında çıkar konuşurdum. Bu düşünceyi keşfettiğim için akşam rahat bir uyku çektim.
Sabah neşem yerinde bir kahvaltı ettim. Oğlumu alarak okula bıraktım. Kendim de bütün dertlerden arınmış olarak daireye gittim. Saatler geçmiyor. Akreple yelkovanın bütün tembellikleri üzerlerindeydi. Önümdeki çizim işleri de bir türlü bitmek bilmiyordu. Sağlıklı kopya çıkaramaz olmuştum. İki tane folyo yırttım. Oysa önümde yapılacak bir sürü iş vardı. Kimi tevhit, kimi de ifraz için sıraya girmiş dosyalar...
Gelmeyen zaman geldi. Şefin sesi koridordan duyuldu:
-On buçuk çay molası...
Herkes Çaycı Ahmet’in getirdiği sıcak çayları yudumlamaya hazırlanırken ben doğru Hükûmetin üçüncü katına fırladım. Millî Eğitim Müdürünün kapısına dayandım. Görevli:
-İçerde Kaymakam var, bilmem, istersen gir, dedi.
Girdim. Selâm verdim. İyi günler diledim. Malmüdürü de oradaydı. Ödeneklerin kısıldığından, harcamaların durdurulduğundan, işlerin yarım kaldığından dem vuruyorlardı.
-Buyur, dedi Müdür.
-Efendim, benim ilkokul üçe giden bir çocuğum var, ellerinizden öper. Okulda bir zeybek takımı kuruldu...
Olayı anlattım. Para veremediğim için, çok istediği, çok istediğimiz hâlde ekibe giremediğini, buna bir çare bulmasını istedim.
-Kardeşim, ne istiyorsun bizden? dedi.
-Efendim, çocuğum ekibe girsin istiyorum.
-İyi de, çocuğun iyi oynuyor mu bakalım? Onlar yarışmaya girecekler. Çocuk oyuncağı değil bu... Girsin demekle olmuyor. Müdür ne diyor?
-Efendim, kıyafet alamayacakları ekibe almıyorlar. Ben de alamam... alamadım.
Müdür, telefonu çevirdi. Karşısında okul müdürünü bulamadı.
-“Beni arasın.” dedi, kapattı. Bana da:
-Ben ilgilenirim, bir durumu öğrenelim... Dedi.
Bana çıkmak düştü. Dışarı yöneldim. Tam çıkacakken Malmüdürü bana seslendi:
-Halil, senin kadron kaldırıldı, tasarruf tedbirleri sebebiyle. Yazın geldi. On gün sonra üç ayın doluyor. Bir daha çağrılmayacaksın, dedi.
Ne mi oldu sonra? Hiçbir şey olmadı. Ben, doğruca müdürümün odasına gittim, olanı anlattım.
-Yalan, parti başkanının yeğenini alacaklar. Bu bir dümen oğlum. Ben hallederim...
-Müdürüm, sağ olun... Ben bu işte yokum. Bana niçin dolambaçlı yollar gösteriyorlar? Erkekçe deseler ya. “Halil sen epeyce çalıştın. Bir de hiç iş bulamamışlar var senin gibi... Onlar da biraz ekmek yesin...”
Çıktım, odamdaki arkadaşlarla vedalaştım. Şefime uğradım helâlleştim; ayrıldım.
***
Beklediğim misafirler gelmişti. Kendilerine çay, kahve, kola ısmarladım. Vaktiyle benim oğlanın okuduğu okulun müdürü:
-Arkadaş yabancı değil. Benim can kardeşim. Okullarında zeybek takımı kuracaklar. Biliyorsun biz altı sene üst üste derece aldık. Kıyafet temininde başta ne kadar sıkıntılar çektik. Allah sizden razı olsun, bu işe el attınız da... Bize büyük kolaylık sağladınız. Şimdi aynı şeyi arkadaşlar yaşayacaklar. Ben sizi tavsiye ettim, ta Fethiye’den geldiler.
-Zaten bu işle uğraşan yok. Ben zevk için, bu işleri ilgim yüzünden yapıyorum.
-Öyle deme patron. İyi ekmek yiyorsun. İşin başında neyin vardı? Sekiz pala, on köstek, iki çizme ile başlamadın mı?
-Allah’a şükür. Kullar bir kapıyı kapattı. Allah, başka bir kapıyı açtı. Akşam masa başındaki çizim takımlarını bıraktık. Sabah Tariş’in pamuk balyalarını omuzlamaya gittik. Dünyada aç mezarı görülmüş mü? Sonra da bu iş... Az önce bir festivalde zeybek oyunları vardı. Televizyon banttan verdi. Gözlerim yaşardı. Tüylerim diken diken oldu, heyecandan.
-Oğlan nerede şimdi?
-Üniversitedeki arkadaşları ile Avrupa’da bir gösteri turuna çıkmışlar. Hem Zeybek oynuyorlar, hem de Kafkas... Ben ikisine de bayılırım.
Sohbetin burasında telefon çaldı. Telefondaki sekreterin sesiydi.
-Beyefendi, inşaattan arıyorlar. Toplantısı var, dedim. Önemliymiş... Bağlayayım mı?
-Görüştür kızım... Alo! Buyur Tanerciimm... Olur olur... Az sonra... Gelirim... Siz kurbanlığı hazır edin... Vali mi? Gelecek... Güle güle...
Telefonu kapatmadan mandal yaptım. Sekretere:
-Kızım bir dakika gelir misin?
Sekreter kız kapıdan ürkek adımlarla içeri girdi.
-Beş kilo yaprak çikolata al, iyi marka... Tadına bak... İyisi olsun... Sen ikram edersin. Bir şişe de kolonya al, limon... Hakan yardım etsin. Hadi kızım, siz bilirsiniz işte... İkiniz ...
-Biz sizi daha fazla meşgul etmeyelim, patron... Arkadaşlar yirmi dört takım Tavas istiyorlar...
-Tamam. Fiyatları incelediniz mi?
-Uygun ama... Ödemede kolaylık...
-Ben sizi atölyeye göndereyim. Muhasebeye telefon ederim.
Telefonun tuşlarına bastım.
-Alo!.. Muharrem’i verir misin kızım? Alo, Muharrem Bey kardeşim, bak, bizim okul müdürü yanında arkadaşlarıyla geliyor. Fiyat dışında şartları aynen kabul. Ödeme nasıl isterlerse öyle olsun. Vadeyi istedikleri gibi düzenlesinler. tamam mı canım? Haydi bakayım. Arkadaşlara söyle, saat on beşte temel atma töreni var, biliyorsun. İşe ara verin biraz... Araç gönderirim. Hep beraber gelin...
Misafirler kalkmaya davrandılar.
-Sağ ol abi, teşekkürler...
-Bir şey değil canım. Birlikte Zeybek Yatırım Özel Lisesinin temel atma törenine gidelim. Buyurun canım.
Yaşar ÇAĞBAYIR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder