Sokakta lâpa lâpa kar yağıyordu. Bu mevsim yere düşen ilk kardı, bu! Göz açıp kapayana kadar hızını arttırmış, köşedeki "kokoreç"çinin tentesini doldurmuştu. Bu ilk kar, şehrin bildik fakat çekilmez olan gürültüsünü avucuna almış, bilinmez bir köşeye gizlemişti sanki.
Tenteyi dolduran karlar, kokoreç mangalındaki ateşin etkisinden olacak, "gürp" diye döner şişlerin üzerine akıverdi. Başında kirli bir şapka taşıyan, esmer, palabıyık kokoreççi, yağlı ellerini belindeki kırmızı kuşağına silerken;
- "Hay mübarek, hay!" dedi.
Tezgâha, paltosunun üzerine kayan atkısını düzelterek, siyah saçları benek benek karlarla süslenmiş bir genç yaklaştı. Sokak sanki bomboştu.
- "Kessene baba!" dedi.
Kokoreççi, sanki bu sesi duymamış gibi, kendi halindeymiş gibi bir havada, keskin bıçağıyla döner şişe dokundu. Doğrama tahtasına dökülen iki parçayı bölük pörçük etti, tuzladı, bir çeyrek ekmeğin içine doldurdu.
- "Saralım mı, evlât?" dedi.
- "Yok, sarma, istemez. Karnım bayılıyor da..."
- "Dana bu, dana. Mübareğin kokusuna bak!"
Nasıl oldu bilmem, İsmail Efendi ikinci defadır ağzından "mübarek" sözünü çıkardığını fark etti.
- "Hay Allah!" dedi kendi kendine. "Bu işte bir yanlışlık olmalı. Gökten yağan mübarek, ateşte pişen mübarek. Nasıl olur bu?"
"Boş ver" anlamında omzunu çekti. Yine kırmızı kuşağıyla ellerini temizledi.
"Şimdi..." diye düşündü. "Bütün çocuklar çıkar dışarıya. Sevimli gürültülerini yayarlar sokağa. Kar topu oynarlar, kardan adam yaparlar. Ah! Bizimkini sağlam bir kapıya yerleştirebilsek... Sağlam bir kapıya..."
bir rüzgâr çıkmıştı.
Bir o yana, bir bu yana koşuşan, bağıran yaramazlar birdenbire sokağı doldurmuştu. Yerde biriken karlar, bir karışı aşmıştı.
Çocukların keyfine diyecek yoktu.
İsmail Efendi;
- "Dumanı üstünde," diye seslendi.
Sonra kime, niye, niçin seslendiğini unutuverdi. Çocuklara daldı. Zaten böyle saatlerde işler kesat giderdi.
Oğlu Yusuf, evden babasını yolcu ederken, sıkı sıkı tembihlemişti.
- "Baba be," demişti, "n'olur azıcık, bir lokmacık bırak bana be baba! Canım çekiyor, kokusuna bayılıyorum."
- "Höst, höst!" diye azarlamıştı oğlunu. "Duyan, gören de size koklatmıyorum sanacak. Bırakırım, bırakırım."
Her seferinde böyle diyordu ama, nedense şimdiye kadar Yusuf, o küçük ağzında, bir lokmacık olsun kokoreç parçasını çiğnememişti. Garip Yusuf, bu dayanılmaz tadın yoksulluğunu çekiyordu.
- "Benim Yusuf," dedi İsmail Efendi. "Bu zıpırlar gibi oynamaz ki. Koşturup yorulmaz. Yese ne olur, yemese ne olur? Hadi canım sende..."
Aklı Yusuf'ta, gözü kardan adam yapan çocuklarda kaldı uzun zaman. Bitişikteki apartmanda oturan Leylâ Hanım'ı gördü sonra. Leylâ Hanım, henüz okul çağında olmayan, çıt kırıldım huylu, naz bahçesinde büyümüş oğlunu çekiştire çekiştire geliyordu. Arada bir oğlunun elini bırakıyor, kürkünün eteğine dokunmasına fırsat vermiyor, lâkin bu defa da küçük yaramazın ayak diremesine sebep oluyordu. Leylâ Hanım, varlıklı, efendi bir kocanın kadınıydı. Besbelli çalışmayı da seviyordu. Bir dairede müdireydi.
- "Yusuf'umla şu oğlan yok mu?" dedi İsmail Efendi. "Birini koy terazinin bu kefesine, ötekini de koy diğer kefesine. Vallahi ağmaz. Huyları ne kadar da tıpatıp birbirine benziyor? Yalnız benim Yusuf biraz konuşkan. Bu, henüz daha burnunu çekmesini bile bilmiyor."
Kar dinmiş, limonî bir güneş ışığı kaplamıştı ortalığı. Sokakta birbirini izleyen adamlar görünmeye başlamıştı. Arada bir, kadınlar da telaşlı adımlarla evlerine dönüyor.
- "Ya benim Ayşe'm?" diye düşündü İsmail Efendi. Palabıyıklarını sıvazladı. Elini yumruk yaptı. Yakası açık böğrüne üst üste vurdu.
- "Geldik bu yaban ellerine. Fakirim barsak temizlemekten bir hal oldu. Ah gurbetlik, ah!"
Leylâ Hanım, tezgâhın önünde durdu. Halinden üzgün olduğu belliydi. Bir elinde yine katlanmış bir gazete tutuyordu. İsmail Efendi, keskin bıçağıyla döner şişlere dokundu. Mangaldaki küllenen ateş cazırdadı. Doğrama tahtasında öne arkaya, sağa sola, gitti geldi bıçak. İsmail Efendi, doğradığı kokoreçleri sarıp sarmaladı. Hazırladığı paketi Leylâ Hanım'a uzattı.
- "Sormadık ya abla," dedi. "Her zamanki gibi mi?"
- "Öyle olsun. Bizimki seviyor da..."
- "Küçük, üzüyor olmalı seni?"
- "Ya... ya! Kaç gündür gazeteye duyuru vermeme rağmen, henüz bir bakıcı kadın bulamadık."
"Bakıcı kadın" sözünde İsmail Efendinin yüreği oynadı. "Tamam," diye geçirdi içinden. "Bulduk... Hani ne derler: İyi olacak hastanın ayağına doktor kendi gelirmiş."
- "Bakacı kadın mı, dedin?"
- "Ha, sahi İsmail Efendi. Yok mu bildiğin birisi?"
- "Bir düşünelim bakalım abla. Bu yakınlarda bulursam, size göndereyim mi?"
- "Gözünü seveyim İsmail Efendi. Kaç gündür, nasıl da sana danışmak gelmedi aklıma?"
- "Bir kolayına bakarız. Sen, bu işe olmuş gözüyle bak abla."
Leylâ Hanım, yüreğinde bin bir ümit, tezgâhın önünden ayrıldı. Çocukların attığı, kardan adamı sıyırıp geçen bir kar topu, az kaldı döner şişlere çarpacaktı.
İsmail Efendi, doğrama tahtasını temizledi, kuruladı. Camekânı kapattı. Tentenin üstünde, hemen dökülüverecekmiş gibi duran karları eliyle süpürdü.
"Oldu bu iş!" diye sevindi. "Bismillah!" dedi, çekti, yürüdü. Ekmek teknesini sırtında taşıyan arabasını iteklemeye başladı. Hemen buğulanıveren camekânın içinden, döner şişlerin bir ucunda, okkalıca bir lokma kokorecin sallandığı görülüyordu.
Garip Yusuf, kapıda karşıladığı babasının bu defa eli boş dönmediğini gördü. Neredeyse güneş kavuşuyordu ama, henüz ayağını uzatan geceyi, sanki bir beyaz aydınlık kucaklayıvermişti. Yusuf, ellerini sevinçle birbirine sürttü. Durmadı, hemen içeri koştu. Yarım ekmekle geri döndü.
İsmail Efendi eve girerken seslendi.
- "Ayşe! Kız Ayşe! Nerdesin?"
- "Geldim ağa...! dedi karısı.
İsmail Efendi sabırsızdı. Ağzında bakla ıslanırdı ıslanmasına ya, bu defa hemen ağzındaki baklayı çıkarıverdi.
- "Bir bakıcı kadın aranıyor, ne dersin?"
- "Sen bilirsin ağam."
- "Bilirsini milirsini yok bu işin, Ayşe! Bu gurbetlik, köksüzlük, anlayacağın vatansızlık canıma tak dedi. Dinimiz, dilimiz, kitabımız bir olan bu insanlar arasında vatansız olarak yaşamak yüreğime kan oturtur oldu. Kağıtları yaptıralımızın üzerinden hayli zaman geçti. Henüz daha bir cevap yok. Bıktım, usandım hükûmet kapısında ine çıka. Gel, bakıcı ol! Sayende Yusuf'u da oraya yerleştiririz."
Ayşe, ağlamaklı oldu. Dinledikçe dinledi. O da tedirgindi. Onun da canı sıkkındı. Geçende komşu kadınlardan ağzı kara birisi, yanındakine;
- "Kim bilir, casus mudur nedir, kardeş bunlar?" demişti.
Yapmacık bile olsa herkes yüzlerine gülüyordu. Fakat arkalarından demediklerini, söylemediklerini bırakmıyorlardı.
Ayşe:
- "Madem istiyorsun, öyle olsun ağam! Anayurdumuzda böyle garip olmaktansa, o cehennemde ölmek daha iyidir. İki can, alır başımızı gideriz. Yalnız kimse anlamasın ha!" dedi.
İlk günler iyi geçti. İsmail Efendi tezgâhını avludan çıkarmaz oldu. Ayşe, cana yakın bir kadındı. Leylâ Hanım'la hemen anlaşıp, kaynaşıvermişti.
Şimdi Ayşe, Leylâ Hanım dairedeyken, evin ufak tefek işlerini görüyor, öteberiyi derleyi toparlıyordu. Yusuf, akranı Türker ile gayet iyi geçiniyor, çocukluklarının kum gibi kaynayan zamanlarını birlikte bölüşüyordu.
Yalnız arada sırada Ayşe Kadın, şehrin ta öte başında olan evine dönmekte geç kalıyordu. Leylâ Hanım'ın canı bu işe sıkkındı. Sonunda durumu kocasına açtı. Bu zavallı dul kadının, eğer kabul ederlerse çocuğuyla birlikte yanlarında geceleri de kalmaları iznini kopardı.
Bir gün;
- "Ayşe," dedi. "Bu kış kıyamette, Köroğlu ile Ayvaz"ın kol gezdiği böyle geç saatlerde, bir öksüz çocukla birlikte evine gitmen, sabahın köründe tekrar dönmen, bir türlü içime sinmiyor."
Ayşe Kadın:
- "Başa gelen çekilir, hanımım!" dedi.
Leylâ Hanım:
- "Orası öyle! Ne diyecektim? Hah, tamam... Bizim bey de razı. Madem kimin kimsen yok. Bizde kal, olmaz mı?"
Ayşe, önce kem-küm etti. Sonra:
- "Allah sizden razı olsun, hanımım!" dedi.
Artık Ayşe, evden biri, Yusuf da evin ikinci oğlu gibiydi. Bu arada İsmail Efendi, yurt dışına çıkma iznini almıştı. Yüreği yanıyordu, yanmasına ya, bir kere ok yaydan çıkmış, ipin ucu kopmuştu. Eh, Yusuf'ta kalabileceği bir eve, temiz insanların yanına yerleştirilmişti. İsmail Efendi, yıllarca uğraşıp didinerek, kursağından artırdığı üç beş kuruşla yaptırabildiği evini, tapuda Yusuf'un üzerine çıkarttı. Tezgâhı, yok pahasına sattı. Sonra karısına, annesinin ağır hasta olduğunu bildiren bir telgraf çekti.
Leylâ Hanım, postacıyla birlikte eve girdi.
- "Ayşe Batılı'ya telgraf var, alır mısınız?" dedi postacı.
Leylâ Hanım;
- "Tabi,"dedi.
Çantasından çıkardığı kalemiyle, alındı kağıdını imzaladı.
Hanımını kapıda karşılayan Ayşe Kadın'a da;
- "Sana kız Ayşe!" dedi.
- "Bana mı? Kimden ola ki?"
- "Okusana."
- "Okumam, yazmam yok ki."
- "Ben okuyayım!"
Leylâ Hanım, yüksek sesle telgrafı okudu. Ayrılık saatinin gelip çattığını anlayan Ayşe Kadın'ın gözlerinde iki damla yaş belirdi. Artık kocasıyla, iki can bir başlarına baba ocaklarına, o cehennem ülkeye geri döneceklerdi.
- "Sabaha giderim," dedi Ayşe Kadın. "Üç güne kalmaz gelirim."
"Üç güne kalmaz gelirim." demişti Ayşe Kadın. Ama kaç üç gün geçti, hâlâ dönmedi.
Leylâ Hanım, çaresiz, iki eli böğründe kalmıştı. Bir ömür geçintisine zor katlanırken, ikincisine de dayanır olmuştu. Garip Yusuf, hiçbir şeyden habersiz, her gün, hemen her saat balkonlara çıkıyor, anacığından bir iz, bir haber bekliyordu. Böyle zamanlarda Türker'in şakalarını çekemiyordu. Çok ağır bir kişiliğe bürünmüştü. Sesiz bir yanardağ gibi duruyor, o küçük gözlerini uzak ufuklardan bir türlü ayıramıyordu.
Leylâ Hanım, sabah gazetelerinin başlıklarına göz atan kocasına baktı.
- "Önemli bir şey var mı?"
- "Ölüm-kalım! Başka ne olacak hanım? Yazık bu analara, babalara..."
Sözün burasında, beyefendi gözlerini iri iri açtı:
- "Hanım baksana!" dedi. "Mecliste yirmi iki kişinin Türk vatandaşlığına alınması kabul edilmiş. Hayret doğrusu, Türkiye'de oturacaksın, Türk vatandaşı olmayacaksın."
Leylâ Hanım'ın beyninde şafak attı. Beyin hücrelerinden birinde bir ışık kıvılcımı yanıp çaktı. Yüreğine ılık bir şeyler indi.
- "Bey," dedi, "şu Yusuf için polise başvursak... Belki bir haber alırız. Anasının geleceği yok. Nasıl da alışmış, inanmıştım ona." Çocuklarla birlikte karakola gittiler. Bir görevli komisere hikâyeyi, Yusuf'un acı fakat gerçek olan hikâyesini baştan sona anlattılar.
Leylâ Hanım konuştukça, zaman zaman araya Yusuf girdi.
Görevini gayet iyi bilen komiser, kendinden emin bir şekilde yerinden kalktı. Garip Yusuf'un yanına geldi, çömeldi. Yusuf'u okşadı, ona yakınlık göstrdi.
-"De bakalım yavrum," dedi. "Baban kim senin?"
Yusuf, kendisine gösterilen yakınlığa ilgisiz kalmadı.
- "Benim babam kokoreççi İsmail," dedi.
Leylâ Hanım, İsmail Efendi'yi düşündü. "Tamam." dedi."Bu işi o sardı başımıza."
Komiser, Yusuf'la konuşmasını sürdürdü. Olay aydınlanmıştı. İsmail Batılı adı geçince, komiser hemen yerine döndü. Masanın üzerindeki listeye göz attı. İsmail Batılı adının altını, kırmızı uçlu bir kalemle çizdi. Pasaport alanlar listesine de baktı. Aynı adı orada da gördü.
- "Maalesef! İsmail Batılı ve karısı, geçende yurt dışına çıkmışlar, henüz geri dönmemişler. İsmail Batılı vatansızmış. Ne var ki, Bakanlar Kurulu kararıyla dünden itibaren de Türk vatandaşlığına kabul edilmişler. İşimiz zor. Şimdi sizinle birlikte biz de onları arayacağız."
İş anlaşılmıştı. Leylâ Hanım, kocasına;
- "Çıkalım," dedi.
Sonra komisere döndü:
- "Yusuf'un da bizimle kalmasında bir sakınca yok ya?"
- "Hayır, sakınca yok!"
Beyefendinin beyninde sağanak halinde soru yağmurları. Nasıl, neden, niçin? Vatansız olmak, sonra vatandaşlığa kabul edilmek. Tam bu sırada her şeyi yüzüstü bırakıp gitmek... Tam güleceğin sırada, ömür boyu ağlamaya razı olmak. Şu zavallı Yusuf'u dipsiz bir kuyuya atmak. Ne dayanılmaz şey, Yarabbi?
Adres tespiti yapıldı. Yolda için için ağlayan, fakat niye ağladığını kestiremeyen Yusuf'u;
- "Ağlama kardeşim, ağlama!" diyerek Türker teselli ediyordu.
Oyhan Hasan BILDIRKİ
26 Eylül 2007 Çarşamba
Ömür Geçintisi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder