27 Eylül 2007 Perşembe

Endişe



     Antalya'da Fırtına

     Gündüzün, nedense “endişe” kelimesine takılmış, ona, kendimce çeşitli manalar yüklemiştim. Söylenişi güzel olan bu söz, ansızın yüreğime bir mıh gibi çakıldı. Rahatım, huzurum kaçtı.
     Uzun, ince bir yol. Solunda, tek taraflı bir beton kaldırım var. Üç beş ağacın gölgesi yola düşmüş. Aceleci ayak sesleri kaldırımı dövüyor. Kuşluk vakti. Yolda katranımsı, toza toprağa bulanmış büyük lekecikler, geniş oyuklar uzanıyor. Ta gerilerde, yolun başlangıcında, danslarıyla kaldırıma taşan kızlar, ilgi çekici, gönül çelen figürleriyle arsız, sırnaşık, utanmasız yarışıyorlar. Çalgıcısı görünmeyen zil ve tef sesleri duyuluyor.
     Gönlümde bir gariplik var, hüzünlüyüm. Amaçsız kederler içindeyim. Sıkıntılarım, sarmaşıklar gibi boy atmış, incelmiş, tel tel olmuş, sürgüne durmuş. Sanki bir yerlerim kırılıp kopacak, yüreğime kan damlayacak. Buna rağmen sessiz, sakin ve her şeyi kabule razı bir haldeyim.
     Zaman ilerliyor, yol, yürümekle tükenmiyor.
     Kızıl, kahve, eflatun saçlar. Kalkan, inen, dönen, kıvrılıp, oynayan kollar. Artan zil ve tef sesleri. Ortalığa, bir bozkır öğlesinin kızıl sıcaklığı çökmüş. Susamışım. Yüreğimdeki yangının alevi, dudaklarıma oturmuş. Çeşmelere yanaşsam, kurutacağım. Hoş, yol boyu, ne bir çeşme, ne bir sebil görünüyor. Serinlemek, hafiflemek, sırtımdaki saydam yükü kaldırıp atmak ne mümkün!
     Yol, yürümekle tükenmiyor. Sıkıntılarım kınnaplaşmış, uzadıkça uzuyor.
     Dostlara sığınmak istedim. Tanıdık çehreler aradım. Baştan ayağa dikkat kesildim. Belki birine içimi dökebilir, endişenin kıl kurtlarından yakamı kurtarabilirdim. Bu ümitle sağa sola, öne arkaya baktım. Dansçıların önünde tek sıra yürüyen, belli belirsiz çehreler. Yaklaştılar. Bir bekleyişin sancısını yaşıyorum.
     Yaklaştılar.
     Peş peşe üç karaltı.
     Önde, ağır aksak yürüyen, yaşadığı yılların verdiği yorgunluğu bastonuna yükleyen, arada bir, üstlüğünün ucuyla alnında tomurcuklanan terlerini kurulayan yaşlıca bir kadın; anam. İlkin onu gördüm, tanıdım. Baktım, onun da gözlerinde alacakaranlık umutlar var. O da, cevapsız soruların sağanağı altında kalmış.
     Gözlerime inanamadım. Aynı anda, birkaç zamanı birlikte mi yaşıyorum, ne? Ardı sıra gelen öteki adamı da görünce, şaşırdım. Tepeden tırnağa, o adamda kendimi buldum. Huyu, suyu, tüyü, edası ve konuşmasıyla, giyimi, kuşamıyla tıpkı bana benziyordu. Gözlerinde donuk, ama meraklı bakışlar. İkisi birlik olmuş, beni sıkıştırıyorlar.
     Gidiyoruz.
     Yol, yürümekle tükenmiyor.
     Üçüncü karaltı da seçildi. Dansçıların önüne geçmiş, yarım yamalak da olsa, onları taklide çalışıyordu. Beynime kaynar sular döküldü. Hararetten olacak, köz köz yanmaya başladım. Kendi kendime:
     - Bunca çocuktan sonra, dedim, hangi akla uydu da böyle davranabiliyor?
     Anam atıldı.
     - Ona, dedi, sen yüz veriyorsun.
     Benzerim doğruladı.
     - Öyle!
     Karım, açılıp saçılmış, beş çocuktan sonra, yeniden gençliğe dönmüştü.
     Utandım, eridim.
     Benzerim, anamla birlik olup yüklendiler.
     - Boşa onu!
     - Niçin?
     - Artık sana, ondan fayda yok!
     - Neden?
     - Yüzün yerde mi gezmek istiyorsun?
     - Çocuklar?
     - Onlar palazlandı, hepsi kanada geldi.
     - Ya, yanlış uçarlarsa?
     - Biz varız!
     Yolu, bir uçtan ötekine, yutarcasına taradım. Yukarı tükürsen bıyık, aşağısı sakal. Daraldım. Acaba hangi dost limana sığınmalı, funda demir atmalıydım? Anam ve benzerim, işin kolayındaydılar. Ben, umutlarımın bozgununa uğramıştım. Tükenmiş, çökmüş, yıkılmıştım. Onların umurunda mı?
     “Boşanıver, gitsin!” Kolay mı? Fiskoslara, bıyıkaltı gülmelere katlanabilir miyim ben? Kendimi ucuza satar mıyım? En iyisi, gidip karımla konuşmak.
     Ama nasıl?
     Ben yaklaştıkça, o, benden kaçıyor, uzaklaşıyor. Göz göze gelir gibi olduğumuz anlarda, yabancılaşıyor.
     Çalgılar sustu. Dönmeler, bel kırmalar, sırnaşmalar bitti. Dansçılar yok oldu. Zaman döndü, bir büyük şehrin gecesine varıp oturdu. İstanbul’da kolaysa, aradığını bul. Güzelim evler, perdelerle kapatılmış. Balkonlar silinmiş. Geniş caddelerde, kocaman meydanlarda türlü çeşit binlerce ses. Hangi birine bakacak, hangisine yetişeceksin? Ağaçlarda yeşilin zerresi kalmamış. Hoş, zaten bu gece, yaşamaktan bezdiğim bu gece, ne ben de umut, ne de ağaçlarda yeşil bırakmış. Zifiri karanlık, hemen her şeyi yutmuş.
     Yüreğim ezik,boğazımda hıçkırıklarım düğümlendi. Hava, ayaza kesti. Üşür gibiyim. İçim bulanıyor. Ağırlaşan göz kapaklarım başımı döndürüyor. Utanmasam, kusacağım.
     Kendimle hesaplaşıyorum: Şimdiye kadar karımın bir kötülüğünü görmüş müydüm? Hayır! Aramızdaki bu, buz dağlarının sebebi ne? Hiçbir sebep yok! Aşına, ekşi mi dedim? Yoo! Hem o da bana, şöylesin veya böylesin demedi. Bu tatsızlık nerden çıktı?
     Elimde bir soğukluk hissettim. Baktım, her kapıya uyacak, her kördüğümü çözecek onlarca anahtar, avucumda duruyor. Sarısı, beyazı, lalesi, yalesi. Düşündüm: Bunlar ne olabilirdi? Bunca anahtarın, avucumda ne işi vardı?
     Çaresizliğimin verdiği eziklikten ve biraz da ısınabilmenin umuduyla olacak, bir kahveye daldım. Amaçsız, bir köşeye oturdum. Soruların tufanına uğramış beynim, zonkluyor.
     Omzumda tanıdık bir el, soğukça sesleniyor:
     - Geçmiş olsun!
     - Teşekkür ederim.
     - Biz de üzüldük, fakat sen üzülme e mi?
     - Elbette!
     Konuşma uzayacaktı, durdurdum. Ele güne rezil olmuş, tefe alınmaya başlamıştık. Üstesine, bu rezalet çanağını açana, teşekkür ediyorduk. Hay doğmaz olaydım!
     Hızla dışarı çıktım. Gözlerime inanamadım. Gördüğüm oydu, karımdı. Beni gördü, yolunu değiştirmek istedi. Fırsat vermedim. Kurtuluşu, sırtını dönmekte bulmuş olmalı, kaçtı. Çok katlı bir apartman kapısından içeri daldı. Yakalamıştım. Arkası sıra gittim. Zile uzandım, ziller ses vermiyor. Kapıya dayandım, açılmıyor. Aklıma, anahtarlar düştü. Birisini kilide uydurdum. Sağır kapı açıldı. İçeride binlerce oda. Onca anahtar, hangisine yeter? Yüreğimde tarifsiz korkular, at koşturuyor. İzinsiz, cüretkâr bir tavırla kapı açmanın ayıbını yaşıyorum. Her tarafım tere bulanmış. Bir gören olsa, “Bu yaptığın nedir?” diye sorsa, katıla katıla ağlayacağım. Gözyaşı, tere karışacak, üzüntümden yok olacağım. Nasılsa, en üst merdiven basamağına kadar çıkmışım. Karşımda, üzerinde gözetleme noktası bulunan bir oda kapısı. Işıklar yanmıyor, fakat bu göz kamaştırıcı aydınlık nereden geliyor? Acaba hangi pencere açık? Kızıl sıcak, ortalığı yakıyor.
     Ayak sesleri… Konuşmalar!
     Gözetleme noktası karardı. En alt kattan, merdiven sahanlığından yükselen, koridor boşluğunu çınlatan bir tınlama sesine, uyandım. Yazık bana! Onca anahtarı düşürmüştüm. Tınlamaya, bütün kapılar açıldı. Her kapıdan dışarıya birer baş uzandı. Soran, garipseyen, acıyan, azarlayan, susan binlerce göz, gözlerimde odaklandı. Kaçacak bir yerim, tutunacak bir dalım yoktu. Kendimi, olanca gücümle boşluğa mı bırakmalıydım?
     Ne için?
     Kim için?
     Değer miydi?
     Ya çocuklarım, anam, benzerim?
     Derken, uyanmışım. Sabah güneşi, tül perdeden içeri vurmuş. Terlemişim. Yastığım ıslanmış. Karım, başucumda duruyor. Yine her zaman ki gibi sesleniyor:
     - Haydi, çay hazır! Çabuk ol! Okula geç kalacaksın!

     “Çay hazır!” “Okula geç kalacaksın!”
     Vay be! Desenize, ben yaşıyormuşum. Karım, kahvaltıyı hazırlamış, başucuma kadar gelmiş. Biz, nelerle, ne endişelerle boğuşmuşuz da, haberimiz olmamış.
     Boşanmak ha? Endişesi bile zor, korkunç!
     En iyisi; mutlu bir yuva, çoluk çocuk, olura olmaza kulak asmadan, ağız tadıyla yaşmak değil mi?
     Gündüzün, nedense “endişe” kelimesine takılmış, ona, kendimce çeşitli manalar yüklemiştim. Söylenişi güzel olan bu söz, ansızın yüreğime bir mıh gibi çakılmış, rahatımı, huzurumu kaçırmıştı. Kahvaltıda hafiflemiş, serinlemiş, sırtımdaki saydam yükü kaldırıp atmıştım.

     Oyhan Hasan BILDIRKİ

Hiç yorum yok: